Пропускане към основното съдържание

NE ZAMAN HAKKA RÜCÛ EDECEĞİZ

Mehmed Fikri (1908-1941) - Resim: Hikmet Efrahim

- Bizi kim yarattı?
- Yerleri, gökleri, canlı ve cansız bilumum mahlûkâtı yaratan Allah...
- Acaba niçin yarattı?
- Beni bilip kulluk etsinler diye.
Oh, ne kadar ulvî ve şerefli bir gâye-i hilkat (yaratılış amacı)... Pek âlâ, biz, Allah'ı bilip kulluk ediyor muyuz?
- Hayır, aziz din kardeşim hayır... Biz, Onu hakkıyla bilemiyoruz ve lâzım olduğu kadar kulluk edemiyoruz. Lafta: O, büyük; biz, küçük... Küçüğün büyüğe itâati lâzım... Fakat, biz, hiç de oralarda değil!.. Yıllardır, kendi boş kafalarımızı dinliyoruz. “Nefs-i emmâre” gemilerine binerek, seyyiât deryalarına açıldık, gidiyoruz. Kudurmuş hevesât-ı nefsâniye (nefsin istekleri) dalgaları üzerimize saldırıyor, bir lahzada bin gark (boğulma) tehlikesi atlatıyoruz. Fakat aşk olsun bize ki “Ölüm var, dönüm yok!..” dedik de hep gidiyoruz.
- Nereye gidiyoruz?
- Bindiğimiz geminin kaptanına sor!
- Kaptan kim?
- “Nefs-i emmâre” gemisinin kaptanı kim olacak?.. Şeytân!.
- Yâ, demek ki biz, Allah’a kulluk edeceğimiz yerde Allah’a karşı ilk isyân bayrağı kaldıran şeytân-ı aleyhi'l-lânenin gemisine bindik... Âsîler, bâgîler arasına katıldık! Öyle ise derdimiz yaman!..
- Şimdi mi anlıyorsun; azizim? Çok geç kalmışsın, çok geç!.. Biz, yıllardan beri isyan hâlindeyiz. Âsîlerin başkumandanına, ilk âsîye, melûn şeytâna tabur tabur gönüllüler veriyoruz. Nice zilli sofular, tesbihli hacılar ve hocalar bile âsîlere iltihâk etti (katıldı)... Hem de “eûzü” çekerek “ve nahleu ve netrukü men yefcüruk” diyerek!.. Bu ne gaflet ve cehâlettir bilmem?.. Yaradanı bıraktık, şeytâna taptık... İyiyi attık, fenâyı aldık... İyi dururken kötüyü yaptık... Hak yol bize sarp göründü, çıkmaz yola saptık... Dolu dizgin dört nalla gidiyoruz, bizi geçebilene aşk olsun!..
- Dalâlet (sapkınlık) yolunda dünyâya meydan okumaya başladık desene...
- Çoktan şampiyonluk ilân ettik.. Yıldırım süratiyle seyyiât (günahlar) sâhasında ilerliyoruz. Her yerde isyan müsabakası var. En büyük mükâfât, en büyük dinsize veriliyor. Ortalık mükâfâta konmak için biri birini kırıp geçiriyor, hani, çırak ustayı geçer derler... Hakikaten çok doğru... Biz, çoktan şeytanı geçtik... O, ömründe bir kerecik secde etmemişti... Fakat, biz, yirmi dört saatte bilmem kaç kere secde etmiyoruz...
- Rica ederim, şimdi bari ortalığın vebalini yüklenme!. Ramazanda başımızın secdeden kalkmadığını pek âlâ sen de bilirsin...
- Doğrudur... Her yerde olduğu gibi bizde de Ramazan sofuluğu yerindedir. On bir ay cemaatsizlikten, hatta imamsızlıktan kan ağlayan mescitler “Âh, hep Ramazan olsaydı...” diye kim bilir ne kadar hayıflanırlar... Mâşallah biz, namazı arkaya atalı camilerimiz Kâbe'ye döndü... Az terakkî, Müslümanlık nâmına az şeref midir bu?.. Yılda bir ay semtlerine uğrarız. Velhâsıl camilerimiz Kâbe... Biz de hacı baba...
- Güleceğim çıkıyor..
- Ortada gülecek ne var, azizim?.. Bizim, ağlayacak, atebe-i ulûhiyet (Allah’ın eşiği) önünde diz çökerek, gözyaşları dökerek ağlayacak günümüzdür. Bir aylık Müslümanlık ne demek?.. Bunu kim emretmiş iki gözüm kardeşim?.. Namazı yılda bir ay kıldığımız gibi Allah'ın diğer nimetlerinden de yılda yalnız bir aycağız müstefid olsak (faydalansak) ya... Hem şu bir ayda fevkalâde dikkat ve itina ile edasına himmet edilen teravih namazı değil midir? Farz namazları çiğner dururuz. Beş vakitle çoktan alâkamız kesildi... Cuma namazlarını hatibe bıraktık, işi yok ya.. Varsın kıladursun!. Bize Ramazan’da teravih ile senede iki bayram namazı yetip artıyor. Rica ederim bunun neresi Müslümanlık?..
- Hakkın var, vallâhi yerden göğe kadar hakkın var... Peygamberimiz, şimdi mezarından çıksa ve dünyaya şöyle bir baksa, dört yüz milyon (bugün 2 milyar) İslâm dünyanın üzerinde ağırlık ettiği hâlde “Yâ Rabbî, bana ümmetlik eden kalmadı mı?..” diye haykıracak ve Ravza-i Mutahharaya tekrâr yatacaktır... Biz, ümmetlikten o kadar uzak, Müslümanlıktan fersah fersah ırak bulunuyoruz.
- Vallâhi, çok doğrudur azizim.. Hakikî Müslümanlık ile bizim sahte müslümanlığımız arasında yerle gök arası kadar fark vardır... Biz, haktan uzaklaştık da uzaklaştık... Fakat, kime ediyoruz? Hep gene kendimize değil mi? Sanki, bütün dünya Allah'a karşı isyan kaldırsa ve yeryüzünde “Allah, Allah” diyen tek bir fert kalmasa Allah'a hiç bir zararımız olur mu?.. Arş-ı Rahmân o kadar yüksektir ki oraya tayyârelerimiz (uçaklarımız) çıkamaz, mermilerimiz eremez, toplarımız varamaz!.. Bizim ateşimiz, ancak bizi yakar... Bizim isyanımız yalnız bizi yıkar... Nitekim yıllardan beri kendi kendimizi yaktık, sanki ebediyeti yıkmadan imar edilemiyormuş gibi dünyayı imar ve tezyin edeceğiz diye ukbayı yıktık, salâhtan fesada, fesattan gayyâ-yı ilhâda (dinsizlik çukuruna) yuvarlandık... Tepe taklak yuvarlana yuvarlana cehennemin dibine doğru gidiyoruz.
- Acaba daha gidip duracak mıyız?
- Nûh kavmi tufanın dalgaları arasında boğuluncaya kadar gitti. Bilmem biz nereye ve ne zamâna kadar gideceğiz? Bildiğim ve inandığım bir şey varsa o da şudur: Eğer batıl üzerinde inat ve ısrar edecek olursak bir gün gazab-ı ilâhiye hedef olacağız. Şimdilik imhâl (mühlet verme) devresindeyiz, aklımızı başımıza toplar ve hakka rücû edersek kurtuluruz, fakat, bizde hiç de öyle bir tutum ve alâmet yok... Herkes bundan kaçıyor. Tövbeden değil Allah'tan kaçıyor.
- O nasıl laf azizim? Hiç sen Allah'tan kaçılır mı? Bu kadar da divanelik olur mu hiç?..
- Haklısın, Allah'tan kaçılamaz. Fakat git de tövbeden kaçan gafillere anlat.. Zavallılar, şaytanı o kadar çok seviyorlar ki ilk günahlarının sarhoşluğu basiretlerini uyuttuğu dakikada imzâladıkları dostluk misakını (anlaşmasını) bozmaktan çekiniyorlar. Şeytanla dostluğu bozacağız da hakka rücû edeceğiz diye tiril tiril titreşiyorlar. Bu, Allah'tan kaçmak değil de nedir? Unutuyoruz ki Ondan kaçamayacağımız bir gün geliyor.
- Pek âlâ, biz hep böyle gidip duracak mıyız? Ne zaman hakka rücû edeceğiz? 
- Hidayet-i ilâhiyenin imdadımıza yetiştiği gün!.. Temennî edelim ki Cenâb-ı Hak hidayet ve inayetini pek yakında yetiştirsin!..
- Âmîn!..

* Şair, yazar, vaiz Osmanpazarlı Mehmed Fikri (1908-1941) tarafından kaleme alınan bu yazının aslı, 1938 yılında Sofya’da  yayınlan “Medeniyet” gazetesinde Osmanlıca olarak yayınlanmıştır. 
Ayrıca tarafımızdan yapılan ufak tefek açıklamalarla Sofya'da yayınlanan "Müslümanlar" dergisinin 5/2018 sayısında basılmıştır.

Коментари

Популярни публикации от този блог

Selvi Boylu Minaresiyle Servi (Sevlievo) ÇOBANOĞLU CAMİSİ

Selvi Boylu Minares iyle  Servi (Sevlievo) Kasabası  ÇOBANOĞLU CAMİSİ “Selvi... Karşıdan görünen sevimli minareleri... Türklerden kalma saat kulesi, köprüsü, hükûmet konağı ile bir Türke daha mûnis, daha muhabbetli gibi görünüyor.” Sözleriyle başlıyor 1923 senesinde “Deliorman” gazetesinde yayınlanan “Razgrad’dan Plevne’ye” başlıklı yazı. Devamında kasabadaki Sultan Abdülaziz devrine ait görkemli taş köprüden, Selim Paşa hayrâtı olan çeşmelerden, 1193/1779-1780’de yapılan saat kulesinden, dört sınıflı Türk mektebinden ve gayretli müftüsü Hâfız Sâbit Efendiden söz ediyor... Aslında Servi/Selvi (Sevlievo) kasabası Koca Balkan’ın hemen hemen eteklerinde bulunan bir Türk yerleşim yeridir. 922/1516 yılından kısa bir zaman önce Türklerin iskân edilmesiyle kurulmuştur. Tabiî, civarda başka Türk köyleri de kurulmuş; Akıncılar, Malkoçlu, Ali Fakih, Çadırlı, Ulûfeci gibi isimler tamamen Türklük, fetih, evlâd-ı fâtihân kokuyor. 1516 yılında 18 hanelik yeni bir Türk yerleşim yeri ...

ADIMIZ....

ADIMIZ...   Geçenlerde bir arkadaşla konuşurken “Gene mi bu ad değiştirme meselesi? Bıraksak bir tarafa bu konuyu...” dedi. Ve kendince haklıydı, çünkü kırk yıllık bir yarayı kaşımak, bu olayları yaşayanları karanlık günlere çeviriyor, nâhoş duygulara sebep oluyordu. Kendisini dinledim... Fakat kendimi de haklı görerek “Unutmamalıyız!” diye cevap verdim ve rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in sözünü hatırlattım: “ Ne yaparsanız yapın soykırımı unutmayın, çünkü unutulan soykırım tekrarlanır! ” Siz de şöyle itiraz edebilirsiniz... “Unutmayalım, ama Aliya soykırımdan söz ediyor” diyebilirsiniz... Pek tabiî, bilge adamın soykırım dediğinin farkındayım. Ama bizim adlarımız uğruna yaşadıklarımız da bir nevi soykırım değil mi? Söyleyeceklerimi düşünün biraz... Ve bakmayın siz birilerinin “Soyadönüş Süreci” demesine... Bizim bazı yaşlılarımız o süslü ifadeyi kullanamadığı ya da bilinçli olarak kullanmadığı için onun yerine doğrudan “soykırım” dediğini defalarca duydum. Kaldı ki, Bulgarista...

Mücadeleci Gazeteci ve Çanakkale Gazisi: MAHMUT NECMEDDİN DELİORMAN

Mücadeleci Gazeteci ve Çanakkale Gazisi MAHMUT NECMEDDİN DELİORMAN (1897-1973) Bulgaristan Türklerinin kültürel hayatında önemli bir yeri olan Mahmud Necmeddin (Deliorman), ömrünü gazetecilikle geçiren biri olmakla beraber siyasî ve toplumsal faaliyetlerde de bulunan bir şahsiyettir. Görüş ve çalışmaları sebebiyle Bulgaristan’da yaşadığı dönemde farklı tartışmalar içerisinde yer almış aydının kişiliği, eserleri ve fikirlerinin tanınması, Bulgaristan Müslümanları tarihinin daha iyi anlaşılması açısından önem arz etmektedir.  Mahmut Necmeddin, 1897/1898 yılında Razgrad şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Hâfızoğulları sülâlesinden Ahmed Ağanın oğlu saraç Salih Efendi, annesi ise Kırımlı Hacı Hasan kızı Ayşe Hanımdır. İlk ve orta (rüşdiye) eğtimini doğduğu şehirde alan Mahmut Necmeddin, Balkan Savaşları sonrasında 16 yaşındayken Sofya’ya gitmiş ve orada Türkçe yayınlanan “Tunca”, “Resimli Türk Sadası” ve “Türk Sadası” gazetelerinde stajyer olarak çalışarak haber toplamış, te...