Пропускане към основното съдържание

İnanç ve Direncin Destanlaştığı, Mağlubiyetin Zaferleştiği Yer: PLEVNE




Birkaç yıl önce yayınlanan bu yazımı mevzubahis olan eserin yazarı Mehmed Niyazi'nin vefatı üzerine bu sayfada da yayınlamayı münasip gördüm. 


Rahmet-i Rahmâna vesile olur ümidiyle...





     Tuna nehri akmam diyor 
Etrafımı yıkmam diyor.
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne'den çıkmam diyor.
Usta kalem ve fikir adamı Mehmed Niyazi’nin kaleme alıp 2011 yılında İstanbul’da Ötüken Neşriyat tarafından neşredilen 390 sayfalık “PLEVNE” adlı tarihî roman, insanı uzaklara, 135 yıl geriye, ama belki de çok yakın da sayılabilecek bir tarihî geçmişe, bizim mâzîmize götürüyor. Mâzîmize götürüyor ki, bugünümüzü iyi değerlendirip istikbalimizi ayan görelim. Aksi takdirde harplerin toz duman ettiği harabelere, maneviyatı gitmiş harabâta dönmek hiç de zor olmasa gerek. Şair ne güzel söylemiş: Ne harâbî ne harabâtîyim / Kökü mâzîde olan âtîyim.
“PLEVNE”, yazarın özellikle “Çanakkale Mahşeri” ve “Yemen! Ah Yemen” adlı eserlerinin bir devamı niteliğini taşımaktadır. Farklı milletlerin farklı şekillerde yorumladıkları Plevne savaşlarının bir eserde bu kadar belgesel, bu kadar insancıl ve mümkün mertebe gerçekçi bir üslupla anlatılıp yorumlanması eseri önemli kılmaktadır. Ayrıca tarih gibi hassas bir konuda roman gibi önü açık ve elastikî olan, faktolojik ve ilmî sorumluluğun pek de gerekmediği bir konuda olabildiğince objektif olmak da yazarın ciddiyet ve ustalığını göstermektedir.
Sayfalarında kanın, ıstırabın, çilenin, eksik olmadığı roman, aynı zamanda şecaat, cesaret, adanmışlık, metanet, inanç, fedakârlık, diğerkâmlık, direnç ve gayretin birçok misallerini sunmaktadır. Dramatik Plevne olaylarının romanlaştırılmış formunda, bir taraftan boğaza hâkim olma hülyasının kana bürünmüş hali, bir taraftan, bağımsızlığa kavuşma sevdasının hayali, diğer taraftan da büyük bir devletin izmihlâli ve Gazi Osman Paşa ile fedakâr, vefakâr ve cefakâr evlâtlarının perübâl açışı gözler önüne serilmiştir.   
1877 yılının yaklaşık 5 ayının Plevne gibi küçük bir şehirdeki meşakkatli akışı satırlara zengin ve rengin, sade ve asude, canlı ve kanlı sözlerle nakşediliyor. Eser, ‘insanlığın çıldırdığı yerde’ ‘devlerin savaşını’ anlatırken insanlık örneklerini yansıtmaktan da geri durmuyor. Yürütülen savaşlar, zaman zaman taktik ve teknik boyutlarıyla verilirken, zaman zaman insanî tarafıyla takdim ediliyor, zaman zaman da “Hilâl ve Haç’ın Plevne’deki birbirini yok etme mücadelesi” tezahür ediyor.
Romanın gerçeklik ve etkisini artırmak açısından birçok defa Batılı savaş muhabirleri savaş alanında ve cephenin arkasından olan bitenlere şahit olup hem tarihî olayların hem de bir edebî eser olarak romanın kahramanı olmuşlardır. Aynı zamanda yaşanan dramatik olayları insanlığın vicdanına sunmuşlardır.
Bir Müslüman-Türk açısından, hele de Bulgaristanlı bir Müslüman-Türk açısından yakın geçmişimizde cereyan eden bu mücadelenin büyük önemi vardır. Çünkü orada söz konusu olan Bulgaristan Türklüğünün kaderiydi, ama bundan da öte ‘ümmet ve millet’in geleceği, yazgısıydı. Orada mücadele eden Türk, Arap, Tatar, Boşnak, Arnavut, Çerkez, Laz vs. bu ümmet demetinin rengârenk çiçekleriydi. Ve bu insanlar mensup oldukları milleti temsil ettiklerinin şuurundaydılar, bu ölçüde de sorumluluk hissediyor ve bu doğrultuda hareket ediyorlardı. Bunu ihmal edenler de elbette olacaktı ve vardı, çünkü bütün olanların öznesi insandı. Ancak tarihî olaylar ve romanda anlatılanlar -ki kaynaklara sadık kalarak kaleme alınmış olması sebebiyle büyük ölçüde gerçekleri yansıtmaktadır, askerî gücün kaybettiği yerde şeref ve fedakârlığın zaferini tasvir etmektedir. Özellikle Müşir/Mareşal Osman Paşa’nın ‘beşerî sözün sükût ettiği yer’ olarak kabul ettiği acıklı olayları ümmetini, milletini, devletini, şehitlerini, yetimlerini düşünerek değerlendirmesi ve ona göre hareket etmesi sonucunda son noktaya geldiğinde zaferi kazanamasa da verdiği mücadele ve ortaya koyduğu metanet o zaman da hayırla yâd edildi, bugün de anlatılmaya devam etmektedir. Anlatılmakla da kalmayıp onun arzu ve duası gerçekleşmekte ve ‘doğan evlâtlarımıza ruh ver’mektedir. Onun bir benzer örneğini de Paşa’nın göz bebeği, şecaat, feraset ve gayret timsali 1844 doğumlu Miralay/Albay Yunus Bey sergilemektedir. Onun gibilerin gayretleriyle Müşir Osman Paşa’nın kumandasındaki sayı ve cephane bakımından çok cılız bir ordu, Rus ordularının sayısal ve hazırlık bakımından çok güçlü, mağrur ve zafere ulaşıp Boğaz’a ulaşmak için her şeyi göze alıp Çar’ın önderliğinde tâ buralara gelmiş bir ordunun başlattığı üç taarruz ve savaşı kazanarak onları perişana etmiştir. Herkesin tükenip duracağı ve durduğu yerde bu fedakâr kahramanlar, Allah’tan gayrı hiçbir kimseden yardım gelmeyeceğini bile bile namus ve şereflerini ayakta tutmak için 35 bin Türk askeriyle 300 bine yakın Rus askerine karşı yarma hareketine girişmeleri belki çılgınlık olarak da nitelenebilir, ama bu bir veya iki generalin çılgınlığı değil neredeyse bütün erkân-ı harbin ve askerlerin ‘çılgınlığı’dır. Öyle bir hareket ki, bir iki ay içerisinde kendisini perişan ettiği, ‘avurtlarını çökerttiği’; birkaç saat öncesinde boğaz boğaza geldikleri düşmanının dahî sempatisini kazanmaya sebep olmuştur.
Tarihte eşine az rastlanan böyle bir dramatik olayı ve Gazi Osman Paşa ile kahramanları için destanlar, türküler, romanlar yazdıran gayretli, hikmetli ve hatta savaş zamanında bile hoşgörülü davranışlarıyla, ama aynı zamanda Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin yıkılışına zemîn hazırlayan paşalar arasındaki olumsuz olaylara da hafifçe dokunmasıyla roman canlılık kazanmıştır. Yazar, eserini kaleme alırken zaman zaman Rus yiğidini öldürse de yeri geldiğinde hakkını da vermektedir. Ecdadının acısını iliklerine kadar hisseden bir yazar olmasına rağmen, değerli hukuk ve tarih uzmanı Mehmed Niyazi, eserinde birçok zulümle birlikte yeri geldiğinde Rus ve Türk askeri, Bulgar ve Türk insanı arasındaki güzellikleri tarihî olay ve savaşlardan ibret almış bir kimse olarak gocunmadan sunmaktadır.
Bütün bu güzellikleri ve çıkarılacak ibretlerle nahoş olayları okumak ve okutmak dileğiyle…

Vedat S. Ahmed

Коментари

Популярни публикации от този блог

Selvi Boylu Minaresiyle Servi (Sevlievo) ÇOBANOĞLU CAMİSİ

Selvi Boylu Minares iyle  Servi (Sevlievo) Kasabası  ÇOBANOĞLU CAMİSİ “Selvi... Karşıdan görünen sevimli minareleri... Türklerden kalma saat kulesi, köprüsü, hükûmet konağı ile bir Türke daha mûnis, daha muhabbetli gibi görünüyor.” Sözleriyle başlıyor 1923 senesinde “Deliorman” gazetesinde yayınlanan “Razgrad’dan Plevne’ye” başlıklı yazı. Devamında kasabadaki Sultan Abdülaziz devrine ait görkemli taş köprüden, Selim Paşa hayrâtı olan çeşmelerden, 1193/1779-1780’de yapılan saat kulesinden, dört sınıflı Türk mektebinden ve gayretli müftüsü Hâfız Sâbit Efendiden söz ediyor... Aslında Servi/Selvi (Sevlievo) kasabası Koca Balkan’ın hemen hemen eteklerinde bulunan bir Türk yerleşim yeridir. 922/1516 yılından kısa bir zaman önce Türklerin iskân edilmesiyle kurulmuştur. Tabiî, civarda başka Türk köyleri de kurulmuş; Akıncılar, Malkoçlu, Ali Fakih, Çadırlı, Ulûfeci gibi isimler tamamen Türklük, fetih, evlâd-ı fâtihân kokuyor. 1516 yılında 18 hanelik yeni bir Türk yerleşim yeri ...

ADIMIZ....

ADIMIZ...   Geçenlerde bir arkadaşla konuşurken “Gene mi bu ad değiştirme meselesi? Bıraksak bir tarafa bu konuyu...” dedi. Ve kendince haklıydı, çünkü kırk yıllık bir yarayı kaşımak, bu olayları yaşayanları karanlık günlere çeviriyor, nâhoş duygulara sebep oluyordu. Kendisini dinledim... Fakat kendimi de haklı görerek “Unutmamalıyız!” diye cevap verdim ve rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in sözünü hatırlattım: “ Ne yaparsanız yapın soykırımı unutmayın, çünkü unutulan soykırım tekrarlanır! ” Siz de şöyle itiraz edebilirsiniz... “Unutmayalım, ama Aliya soykırımdan söz ediyor” diyebilirsiniz... Pek tabiî, bilge adamın soykırım dediğinin farkındayım. Ama bizim adlarımız uğruna yaşadıklarımız da bir nevi soykırım değil mi? Söyleyeceklerimi düşünün biraz... Ve bakmayın siz birilerinin “Soyadönüş Süreci” demesine... Bizim bazı yaşlılarımız o süslü ifadeyi kullanamadığı ya da bilinçli olarak kullanmadığı için onun yerine doğrudan “soykırım” dediğini defalarca duydum. Kaldı ki, Bulgarista...

Mücadeleci Gazeteci ve Çanakkale Gazisi: MAHMUT NECMEDDİN DELİORMAN

Mücadeleci Gazeteci ve Çanakkale Gazisi MAHMUT NECMEDDİN DELİORMAN (1897-1973) Bulgaristan Türklerinin kültürel hayatında önemli bir yeri olan Mahmud Necmeddin (Deliorman), ömrünü gazetecilikle geçiren biri olmakla beraber siyasî ve toplumsal faaliyetlerde de bulunan bir şahsiyettir. Görüş ve çalışmaları sebebiyle Bulgaristan’da yaşadığı dönemde farklı tartışmalar içerisinde yer almış aydının kişiliği, eserleri ve fikirlerinin tanınması, Bulgaristan Müslümanları tarihinin daha iyi anlaşılması açısından önem arz etmektedir.  Mahmut Necmeddin, 1897/1898 yılında Razgrad şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Hâfızoğulları sülâlesinden Ahmed Ağanın oğlu saraç Salih Efendi, annesi ise Kırımlı Hacı Hasan kızı Ayşe Hanımdır. İlk ve orta (rüşdiye) eğtimini doğduğu şehirde alan Mahmut Necmeddin, Balkan Savaşları sonrasında 16 yaşındayken Sofya’ya gitmiş ve orada Türkçe yayınlanan “Tunca”, “Resimli Türk Sadası” ve “Türk Sadası” gazetelerinde stajyer olarak çalışarak haber toplamış, te...